Anadolu Merkezli Dünya Tarihi - Din
Din
Tarih içinde hislerin gelişmesine şöyle bir göz atarken,
felsefi düşüncenin gelişmesine de sıra gelmiş olmalı. Ancak, buna geçmeden
önce, beynin çalışma biçiminin bir noktasına değinmek gerekecektir. Homo
sapiensi, diğer canlılardan ayıran en temel özelliği olan, hayal gücü
üretebilen beyni, durmadan düşünüyordu. Neden, niçin, bu ne demek, nasıl
olur... Sorular, sorular ve bilinmeyenler. İnsanın ayrıcalığı olan soyut
düşünme yetisi, hem onun en büyük yardımcısıydı ve hem de onun en büyük
derdiydi. Psikolojik huzur için, beyin huzuru şarttır. Beyin ise, ancak çözüm
bulup, karar ürettikçe huzur buluyordu. Huzur bulan bir beynin, üretici
niteliği azalıyordu, ama psikolojik dinginlik artıyordu. Beyin karar üretip, o
konudaki faaliyetini durdurmak istiyordu. Veya aynı şey olan, beyin bir olayı
kabullenip rahat etmek istiyordu. Beynin, insanları iten bu tavrı ile içinde
yaşadığı doğayı gözlemleyen insanın, çözemediği, bilemediği, anlayamadığı
olayları, benzetmelerle ve kabuller ile bir sisteme oturtması kaçınılmazdı. Ve
öyle de oldu, insan dini yarattı ve ona sarıldı. Artık dinin konusu olan manevi
dünya, yaşadığı maddi dünyaya paralel olarak yaşanıyordu. Böylece, olaylar iki
dünyada birden var olmaya başladılar. Çözümsüzlükler ortadan kalkmıştı. İnsanın
kendi eli ile kurduğu manevi dünya, maddi dünyanın sorunlarını yanıtlıyordu.
Hem de doğa ile uyum içinde yanıtlıyordu.
Avcı ve toplayıcı, Homo sapiensin dini Şamanizm’dir.
Almanya’nın Schwaebisch Alb bölgesinde, aralarında bundan 32.000 yıl önceye
dayanan eserlerin de olduğu, mamut dişinden yontulmuş hayvan tasvirleri ve
minik insan heykelcikleri bulunmuştur. Aralarında uçmakta olan bir yaban
ördeğini tasvir eden ilk kuş heykelciğinin de bulunduğu bu heykelcikler birer
sanat harikasıdır. Bu eserler bize hem, baştan beri vurguladığımız hayal
gücünün ilk insanlarda ne denli geliştiğini gösterirken, diğer taraftan da ilk
dine ait, yani Şamanizm’e ait, bir geleneği de yansıtmaktadır. 2,5 cm
boyundaki, insan heykelciğinin başı, bir vahşi hayvanın, kuvvetli olasılıkla
ile vahşi bir parsın başıdır. Bu bir Şamanlık belirtisidir. İlerde göçebe
toplumu ele alırken, Şamanizm’den teferruatlı olarak bahsedeceğiz. İlerde anlatılacak
olan Şamanizm iyice gelişmiş bir yapıya ve bir sürü teferruata sahiptir.
Şamanizm’e varana kadar, insanın felsefi yaklaşımının ilk evreleri, oldukça
basit olmalıdır. Ancak, yine de içinde ilerde varacağı aşamanın tohumlarını
taşımalıdır.
Çevresini olduğu gibi algılayan Homo erektusun bile bazı
hayvanların, Homo erektuslara olan üstünlüklerini fark etmemiş olmaları
düşünülemez. Çoğu vahşi hayvanlar, bizden daha güçlü, daha hızlı, daha çevik ve
daha beceriklidirler. Algılama görme, duyma, koku alma duyguları bizden daha
gelişmiştir. Bu nedenle hayvanlara hayran olunur, gıpta edilir. Ama hayvan gibi
olabilme isteği, Homo sapiensle ortaya çıkmıştır. Hayal gücü olmayan durumda,
bir şeye benzeme isteği de olmaz. Homo sapiensin ilk günlerinde, Homo
ergasterden miras kalan, bazı hayvanlara karşı duyulan hayranlık, o hayvanlara
benzeme isteğine dönüşmüş olmalıdır. Bu istek, bazı hayvanları idol haline
getirmiştir. Bu idol hayvanlara karşı hem korku ve hem de sevgi duyulur. İşte,
o gün bu gündür, her dinde, hem korku ve hem de sevgi vardır. Yine hayvanların
iyileri, yani insana yardım edenleri ve kötüleri, yani insana zararı
dokunanları veya dokunabilecek olanları vardır. İyi ve kötü kavramı da, o
günden beri, gelişecek ve her dinde ana çelişki olarak var olacaktır.
Hayvanlara duyulan gıptanın, hayvanların idol haline gelmesinin, daha bir din
gibi algılanması pek mümkün değildi. İnsanların kendilerini hayvanlarla
özleştirme isteği, dine giden yolda bir adımdı ama yeterli değildi. Şimdi ağır
ağır manevi dünyanın nasıl oluşmuş olabileceğine bir göz atalım.
Canlılarda beyin ortaya çıkmaya başladığından beri, rüya da
ortaya çıkmıştır. Bugün, rüyanın, beynin bir iç işlemi, bilgileri yerleştirme
ve ilişiklendirme işlemi olduğunu bilmemize rağmen, hala çok sayıda insan
rüyada başka manalar aramaktadır. Canlıların büyük bir kısmı ve tüm memeliler
rüya görürler. Homo ergaster de rüya gördü. Gördüğü rüyalardan korkmuş,
sevinmiş olabilir. Ancak, o rüyalar ile maddi dünyayı birbirinden ayıramazdı.
Sanırız, gördüğü rüyaları hakikat sanmıştır. Ve tam ne olup bittiğini de
anlayamamıştır. Ama Homo sapiensin hayal gücü işe karışınca, ortaya iki dünya
çıktı. Birincisi gündüz yaşanan maddi dünyaydı. Diğeri gece uykuda
ulaşılabilen, sonra izi kalmayan bir başka dünya veya bir başka yaşamdı. Biz bu
ikincisine manevi dünya diyelim. Ama gece görülen rüyaların, gündüz yaşananlar
ile bir ilintisi vardı, maddi ve manevi dünya iç içeydi. Ama rüyada görülen pek
çok şey, maddi dünyada gerçekleşemeyecek olaylardı. O zaman, manevi dünya,
maddi dünyadan daha kapsamlı, daha kuvvetliydi. Böylece, gece uykuda görülen
rüyaların, ilk insanları çok derinden etkilediği bellidir. Yazının
bulunmasından sonra ele geçen belgeler, insanların, rüya ile duyu
organlarımızla algılayabildiğimiz dünyanın dışı arasında, kurdukları
bağlantıları belgelemektedir. Gelecekte olabilecek olayları, yaşam ve ölüm
hakkındaki kehanetleri, bu dünyada yapamadıkları eylemleri, ölülerle veya insan
dışı varlıklar ile yapılabilen konuşmaları ile rüya âlemi manevi dünyaya açılan
bir kapıdır. Böylece, avcı toplum aşamasındaki insan maddi ve manevi dünya
ayrımına varmıştır. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, manevi dünyanın keşfi,
insanı çok rahatlatmıştır. Artık cevapsız soruların, bu dünyaya ait olmayan
cevaplarını bulmak mümkündü. Nedeni anlaşılamayan olayların, bu dünyaya ait
olmayan bir nedeni vardı. Manevi dünya huzur veriyor ve beyni rahatlatıyordu.
Homo sapiens, rüyasında ölen yakınlarını ve sevdiklerini
görüyordu, demek onlar yaşıyorlardı. Bu dünyadan gidince, öbür dünyadan da
gidilmiş olmuyordu. Öbür dünyada hep vardınız. Öbür dünyadan geliyordunuz, kısa
bir süre bu dünyada yaşayıp, tekrar öbür dünyaya dönüyordunuz. Mademki,
varlığınız devam ediyordu, o zaman, size duyulan saygının, bağlılığın devam
etmesi bir mana kazanıyordu. Homo sapiens ölülerini gömmeye başladı. Ölü gömme
törenleri düzenlemeye başladı. Bu törenler, kişiyi bu dünyadan öbür dünyaya
geçirme törenleriydi. Ölünün yapacağı seyahati kolaylaştırmak ve onun yanında
olduklarını belirtmek için yapılıyordu. Çekilen acılar, geçici bir ayrılığın
acılarıydı. Törenlerde esasen sevinç vardı, ölen hesabına duyulan sevinç dile
getiriliyordu. Ölen asıl olması gereken yere gidiyordu, sevdiklerine, ailesine
kavuşmaya gidiyordu. Ne mutlu idi ölene, bu dünyadan gidene.
İlk insanlar, ölenin cesedinin hemen bozulduğunu ve zamanla
yok olduğunu gözlemlemişlerdir. İnsan vücudunun en dayanıklı olan ve ölüme en
fazla direnen kısmı ise kemikleriydi. Böylece kemiğin bu dünya ile öbür dünya
arasında bir köprü oluşturabileceği düşünüldü. Ve daha ilerde göreceğimiz gibi,
kemik özel bir anlam kazandı. Bu dünyada vücudumuz ile yaşıyorduk. Yaralanıyor,
hastalanıyor, acı çekiyorduk. Vücudumuz acının kaynağı idi. Ölünce vücut
çürüyordu. Vücut bu dünyada kalıyor, öbür tarafa gitmiyordu. O zaman giden ne
idi. Ortaya ruh fikri çıktı. Bu kavram ikilemi ve sorunları çözdü. Ruh hep
vardı, hiç ölmüyor, hep yaşıyordu. Ruhu olmayan bir vücut hiç bir işe
yaramıyordu. Yaşamak için, ruhun vücuda girmesi şarttı. Ölümde ise, ruh vücudu
terk edip, gitmesi gereken yere gidiyordu.
Bu kadar birikim bir araya geldiğinde, artık din
oluşabilirdi ve oluştu. Korku ile sevgi, iyi ile kötü, maddi dünya ile manevi
dünya, beden ile ruh, bütün bunlar hayvanlara duyulan hayranlıkla birleşince,
ortaya ilk din motifleri çıkmaya başladı. Her ailenin koruyucu bir hayvanı
oldu. Klanlar kendilerine hayvan totemler seçtiler. Hayvana tapınmak, Şamanizm’in
bir ilk şekli olarak, insan yaşamındaki yerini almaya başladı.
Din ve dini ayinler ortaya çıktıkça, bunları yönetecek
birilerinin de ortaya çıkması kaçınılmazdı. İlk Şamanlar, gönüllü olarak, din
adamlığının bu ilk denemelerine başladılar. Şamanlar ortaya çıkınca, dinin daha
hızlı ilerlemesi ve sistemleşmesi mümkün oldu. Vaktinin büyük bir kısmını dini
işlere ayıran insanların, daha fazla kutsal kavramlar üretmesi kaçınılmazdı.
Din gelişmeye başladı, din adamı (Şaman), özelleşmeye başladı. Ancak, Şamanın
beslenmesine katkıda bulunulması gerekiyordu. Aile Şamana armağanlar vermeye
başladı. İşte bu nokta, insan gelişmesinin en önemli adımlarından biridir.
Şaman, emek vermeden veya emeğini fazla harcamadan, besleniyordu ve hatta
kazanıyordu. Böylece, sınıflı toplumun ilk çekirdeği atılmış oldu. Din adamı ve
klanın geri kalanı birbirinden ayrıldı. Bu, aynı zamanda sömürünün ilk
temellerinin de ortaya çıkışıydı. Din adamı, klanca beslenmeye başlandı.
Şamanın ortaya çıkmasıyla maddi kuvvetin karşısında manevi bir güç de yer
almaya başladı. Önderlik kime aitti: aile reisine mi yoksa şamana mı? Buradan
maddi ve manevi otoritenin birleşmesi fikri çıktı. Çelişki, maddi ve manevi
otorite tek elde toplanınca çözülüyordu. Otorite şekil değiştirmişti. Artık,
otorite için sadece fiziksel güç yetmiyordu. Otoritenin kendisi bir kurum oldu.
Ve bundan, ilerde, şefler, daha sonra da, krallar çıkacaktı.
Dinin ortaya çıkmasına ve hayvan Tanrıların din içinde
yerini almasına paralel olarak, ama bir adım geriden, semanın manevileşmesi ve
gökyüzünün manevi bir değer kazanması oluşmuş olmalıdır. Güneşin insanları daha
baştan beri derinden etkilemiş olması kaçınılmazdır. Her şeyden önce şafak,
güneşin doğuşu, düşler âleminden uyanmak, bu dünyaya dönmek demektir. Gecenin
korkuları ve gizemleri ışık tarafından dağıtılır. Işık hep yukarıdan gelir,
hafiftir, içimizi ısıtır, etrafı bize gösterir. Işığın kılavuzluk yapması ise,
daha en ilkel canlılardan beri, bilinen, içimize işlemiş bir bilgidir. İlk
canlıların yaptığı ilk hareket besini bulmak için ışığı takip etmektir.
Üzerine basılan toprak, yani dünya ise, yerçekimi nedeniyle
ağırdır. Ayağın kaydığında, ağaçtan, uçurumdan düşersin. Dünya seni içine
çeker. Ve içine giren, daha sonra oradan çıkamaz. Toprak, dünyanın içi,
karanlıktır. Işık ve karanlık, yukarısı ve aşağısı, yer göstericilik
(kılavuzluk) ve kayboluş, güven ve korku, tüm bu kutuplaşmalar insan
düşüncesinin kurucu ilkeleri olmuşlardır.
Ay ve gökyüzünün gece görüntüsü, yıldızlar ve Samanyolu da,
daha en baştan itibaren merak ve derin bir etki kaynağı oluşturmuş olmalıdır.
İçlerinde, Ay’ın, Dünya’ya ve üzerinde yaşayanlara, içimizdeki gelgitlere
gerçek ve fiziksel bir etkisi söz konusudur. Bu etki önce bilinçaltı ile yani
ilk canlıdan beri bize miras kalan özümlenmiş bilgiyle, daha sonra da bilinçli
olarak kavranılmıştır. Ayın döngüsü ile kadınların regl olması halinin
çakışması, insan yaşamını fiziksel olarak belirleyen bir durumdur ve merakla
gözlemlenmiş bir tuhaflıktır. Manevi dünya ile insan yaşamı arasında bir ilişki
olduğu kavramı, ayın evrelerindeki gücün kavranmasından temellenmiş olabilir.
Ayın yok olması ve sonra tekrar dirilmesi mucizesi, kurtlar, köpekler,
tilkiler, çakalların uluması ile de gözler önüne serilmektedir.
Gecenin karanlığında, bu buğulu, gümüşi, güzel yıldızlar
arasında kendisine yol bulur, bulutların içinden geçer, düşsel bir görüntü
verir. Sanırız, insanın düşsel yapısının belirlenmesinde Ay Güneş’ten daha
etkili olmuştur. Güneş doğunca, güneşin ışığı etrafı aydınlattıkça, yıldızlar,
gecenin sesleri, gecenin erotik havası, mucizevî rüyalar hepsi silinip gider.
Cinsiyetin ve cinsi davranışların, ilk insanın mantık
düzeninin kurulmasında önemli bir rol oynadığı bellidir. Doğum ana rahminden
olur. Bunun, evrenin kökeni olarak, rahimden doğuş imgesine yol açması
normaldir. Öncesinde yapılan cinsel birleşme ise ayinleştirilecek kadar
önemlidir. Ölüm ise toprakta, dünyada, karanlıkta son bulur. Ama ana rahmi de
karanlıktır. Karanlıktan gelip, karanlığa gidiş, karanlıkta bilinmeyen bir güç
olduğu izlenimini verir. Ölüm ve yeniden doğum fikri buradan gelir. Doğuran ve
besleyen anne çok önemlidir. Avcılıkta hayvan sürüleri, ana rahminden çıkıp,
beslenmemiz için bize yollanmışlardır. Çiftçiler için ise, tohum toprakta yani
annenin içinde yetişir. Tarlaların sürülmesi ve tohumun ekilmesi babalık
yapmak, tohumun büyümesi ise doğumdur. Dünyayı anne olarak ve gömülmeyi de anne
rahmine yeniden dönüş olarak algılayan görüş çok eski olmalıdır.
Doğan çocuk annenin göğsünde mutlu olur. Meme emen çocukla
anne arasındaki ilişki ortak yaşam ilişkisidir. Meme, az ilerde göreceğimiz
gibi bir taraftan seksüel bir çağrışım yaparken, diğer taraftan beslenme ve
doğumla olan ilişkisi nedeniyle doğurganlığın ve de üremenin de sembolü haline
gelmiştir. Anne memesindeki bebeğin güven duygusu artar. Bu ise aile içindeki
güvenin gelişmesine ve paylaşılmasına katkıda bulunur. Hele, sütü olan aile
bireylerinin, kendi doğurup doğurmadığına bakmaksızın, yavruları beslemesi,
yani sütanneliği, bu güven duygusunu iyice arttırır. Aile içi dayanışmayı da en
üst noktalara çeker. Kadın, rahmi ve memesi ile aile içinde özel bir konuma
ulaşır. Manevi duygularla bütünleşir. Dinin bir parçası haline gelir. İlerde bu
konuya tekrar değineceğiz. Ama bu aşamada bile Anadolu’nun ana Tanrıçasının bol
memeli bir kadın olmasına kimse şaşmamalıdır.
Post A Comment
Hiç yorum yok :