Anadolu Merkezli Dünya Tarihi-Rekabet
Rekabet
Erkek
ile kadın arasındaki farkın temelinde, cinsi veya üreme ile ilgili olgular
yatar. Kadın, ayda bir defa, yumurtlar. Kadın yumurtası, insan hücrelerinin en
büyüğüdür. Bu büyük hücreden, bir kadında sınırlı sayıda vardır ve kullanıla
kullanıla biter. Kadının üretkenliği 33 yıl kadar sürer. Bu yumurtayı bir tek
sperm dölleyecektir. Bu yüzden, Kadın döllenme veya seks konusunda seçicidir.
Her önüne gelen erkekle cinsi ilişki kurmaya temayüllü değildir. O, sağlıklı
yavrular doğurabileceği, türün devamında kabiliyeti fazla olabilecek erkekleri
kendi seçmek ister. Ve seçer de. Yumurtanın aşılanabilirlik zamanı yaklaştıkça,
kadının seçiciliği ve erkek arayışı da artmaya başlar.
Erkek
ise, her an çiftleşmeye hazırdır. Spermleri, çiftleşmek için hazır
beklemektedir. Erkeğin spermi, insan hücrelerinin en ufağıdır. Hastalık ve kaza
olmazsa, erkek ömür boyu spermini verebilir. Erkeğin amacı, mümkün olduğu kadar
çok dişiye genlerini dağıtmaktır. Bu hem kendi genlerinin var olma, yaşamaya
devam edebilme şansını arttırır ve hem de, başka erkeklere ait genlerin yaşama
şansını azaltır. Bu nedenle, erkek seks konusunda seçici değildir. Her fırsatta
ve önüne gelen ve ona imkân veren her kadınla cinsi ilişki kurmak ister. Erkek,
bebek yetiştirme sorumluluğu olmadığından, yaşamını, genlerini mümkün olduğu
kadar dağıtmaya adamıştır. Kadın ise, yaşamını, içgüdüsel olarak kendine en
uygun geni bulmaya adamıştır. Bir toplulukta, kimin kiminle çiftleşeceğine
kadın karar verir. Erkek ise, çiftleşecek kadın buldukça, bu durumdan çok
şikâyetçi olmaz. Zaten tarihi süreç esnasında, erkekler dişileri nasıl razı
edebileceklerini veya onlara nasıl çekici gelebileceklerini, daha ilkel
organizma dönemlerinden beri bilmeye başlamışlardır. Ve her tür, kendine mahsus
usuller bulmuş, yöntemler geliştirmiştir.
Ancak,
bu yazılanlar, erkekler hiç bir kadını özel olarak arzulamaz anlamı
taşımamalıdır. Erkeğin de diğer kadınlar arasından çiftleşmeyi en çok istediği
biri veya birileri vardır. Bu arzuya aslında genler sebep olur. Çiftleşme
tercihi, yani arzu, birbirinden farklı genlerin, birbirine benzeyen genlere
tercih edilmesidir. Canlının tarihi gelişimi, kopyalayarak çoğalmak yerine, iki
ayrı kaynaktan gelen genlerin birleşmesini, birbirinin hatasını mümkün
olduğunca gidermesini ve çeşitlilik kazanmasını sağlayacak şekilde olmuştur.
Doğada başlangıçta, kopyalayarak çoğalma denemiştir. Ancak bu yöntem dayanıksız
ve hataları tekrarlayan bir sistem olduğundan başarısız olmuştur. Bunun yerine,
erkek / dişi modeli daha tutarlı olmuş ve evrimin gelişmesine katkıda
bulunmuştur. Yumurta ve spermden gelen kromozomların birleşmesi, aynı zamanda
bir tamir işlemidir. Bunun için iki ayrı kaynaktan gelen DNA’lar ne kadar
farklı olursa, tamir, düzeltme, yenileme ve çeşitlenme şansı o kadar büyük
olur. İşte bu nedenle arzunun temelinde farklılık yatar. İnsan bu farklılığı
tüm organları ile hisseder.
Ancak,
beğeni ve arzunun temel duyu organı kokudur. Koku işlenirken, vücut karşı
cinsin genleri ile kendi genlerini karşılaştırmış, farklarını algılamıştır. Bu
arzunun duyulmasında en önemli rolü oynar.
Avcı
ve toplayıcı dönemin, savaşlar öncesi çağına kadar, aile içinde, kadın ve erkek
arasında kurallaşmış bir hâkimiyet yoktu. Erkekler avcılık yaparken, kadınlar
toplayıcılık, şifacılık, çocuk bakımı ve kamp işleri yapıyorlardı. Üretim
araçları açısından da erkek ile kadın arasında önemli bir fark yoktu. Bu
nedenle savaşlar çağına kadar, avcı ve toplayıcı kabilelerde kadın erkek
eşitliğinden söz etmek yanlış olmaz. Savaşlar dönemi başladıktan sonra, erkeğin
üretim araçları gelişirken, kabileler içinde hafif bir erkek hâkimiyeti ortaya
çıkmaya başladı. Ancak bu baba erkil aile denemeyecek kadar silik bir durumdu.
Belki erkek için eşitler içinde birinci demek daha doğru olur.
Avcılık
toplayıcılık döneminden yerleşik düzene geçen kabilelerde, yerleşik düzenin ve
çiftçiliğin gereği olarak kadın ön plana çıktı. Bu sırada yerleşiklerle, avcı
toplayıcı kabileler arasındaki karşılaşmalar hala barışçı yönü ağır basan
karşılaşma ve karışmalardı. Bu nedenle yerleşik düzenin bir adım ileride olan
kadını ile avcı toplayıcı kabilenin bir adım ilerde olan erkeği karşılaştılar.
Durum kısa bir süre için tekrar eşitlenmiş gibiydi.
Bütün
bu yukarıda değinilen konuya ilerde daha teferruatlı olarak tekrar
dönülecektir. Burada söylenmesi gereken ilk yerleşimlerde kadın saygınlığının
erkekten biraz fazla olduğudur.
Bu
olgu, değişik bölgelerde değişik zamanlarda gerçekleşti. Anadolu için, bu
değişimin 12.000 yıldan daha eski olduğunu söyleyebiliriz. Kadına saygının daha
fazla olduğu aileden bir süre sonra baba erkil aileye geçilecektir. Erkek,
üretim araçlarına sahip oldukça, aile içindeki yerini kuvvetlendirecektir.
Üretim araçlarının mülkiyeti meselesi, bir taraftan toplumun sınıflara bölünmesine
yol açarken, bir taraftan da ailenin yapısını değiştirecektir. Tabii ki aile
içi değişimler birdenbire olmamıştır. Zaman içinde, ara tonları da yaşayarak
gerçekleşmiştir. Baba erkil aileye geçiş, değişik toplumlarda, üretim şekline
bağlı olarak, değişik zamanlarda olmuştur. Ayrıca, hangi aile tipinin, ne kadar
süre tedavülde kalacağına yine üretim şekli karar vermiştir. Tarihte zamanımıza
doğru yaklaştıkça, toplumlar arasındaki iletişim ve dolayısı ile etkileşim
arttıkça, aile yapıları dış etkenler nedeniyle de değişime uğramaya
başlayacaktır.
Homo
sapiensi, Homo sapiens yapan etkenin hayal gücü olduğunu gördük. Ancak, bundan
çok daha eski olan ve davranış ve düşüncelerimize yön veren bir durumun da
içgüdü olduğunu belirtmek gerekir. İçgüdü, ilkel canlılardan itibaren gelişmeye
başlamış ve canlı organizmalar geliştikçe, içgüdü de gelişmiştir. İçgüdünün
temel tezahürü rekabet olarak ortaya çıkar. Besin bulmada rekabet, çiftleşmede
rekabet, bireysel olarak yaşayabilmek ve türü devam ettirebilmek için şarttır.
İlk ayağa kalkan atalarımız, küçük topluluklar halinde, Afrika savanlarında
yaşıyorlardı. Rekabet, bu ufak topluluk içinde bile daha iyi beslenebilmek ve
genlerin devamını sağlayabilmek için gerekliydi. Zaman geçtikçe gerekliliği de
artıyordu. Toplumsal yaşamda rekabet, toplumun ilerlemesine katkıda
bulunuyordu. Kazananlara saygı duyuluyor, kaybedenler ise, rekabet içgüdüsünün
etkisiyle tekrar tekrar deniyorlardı.
Kazanmak
ve kaybetmek insan kimyasında ciddi değişikliklere yol açar. Böylece rekabet
fiziksel bir temele de oturmuş olur. Kazanınca beyinde keyif verici bir his
ortaya çıkar. Beynin etkisiyle omurilik sinir sistemi harekete geçer.
Salgılanan hormonlar, duruşumuzdan bakışımıza kadar her davranışımızı
çevremizdekileri etkileyecek hale getirir. Kazanan canlının kendine güveni
artar. Kazanma duygusu ile birlikte, neşe, umut kazanılır. İnsan çevresine
pozitif enerji yaymaya başlar. Bu duygu seli etraftakilerce algılanır.
Çevresindekiler, kişinin gücünü hisseder ve buna saygı duyar.
Kaybedince
ise, beynin en derin yerlerinde, üzücü, soyut anlamda acı verici bir his ortaya
çıkar. Kaybedince salgılanan hormonlar, kazanınca salgılananlardan farklıdır.
Kaybedilen, eğer çok önemli ise, bilgi genetik anlamda kotlanır, işlenir.
Böylece gelecek kuşakları uyarma görevi yerine getirilir. Rekabetin, toplumsal
yaşamımızda çok önemli olduğu ve hiyerarşiye yol açtığı bellidir. Rekabet bir
taraftan toplumdaki yeri belirlerken, bir taraftan da mevcut statüyü
değişebilir hale getirir. Yaşamı bir alın yazısı olmaktan çıkarır. İnsanda
içgüdü ile hayal gücünün birlikte var olması, onu geleceğe hazırlayan ve
kaderini değiştiren en önemli etken olmuştur.
Post A Comment
Hiç yorum yok :