Akakor’un Unutulan Tarihçesi
Akakor’un Unutulan Tarihçesi
Amazon nehri (Rio Amazonas) Rio Solimoes’in (Amazon nehrinin kollarından biri) Rio Negro’nun siyah sularıyla karşılaştığı yerde başlar ve her iki güçlü akıntıyı birbirine bağlar. Buradan botla 20 dakika uzaklıkta “Manaus” bulunur. Manaus’un sahille bağlantısı yoktur ve çevresi ormanlarla kaplıdır. Alman yazarı Karl Brugger, Tatunca Nara’yı işte burada tanımıştı.
3
Mart 1972’de Brezilya Orman Güvenlik Birliği’nden bir subay Manaus’daki bu
buluşmayı ayarlamıştı. Alman yazar, karşısında beyaz tenli bir yerliyi görünce
müthiş şaşırmıştı.
Tatunca Nara adlı yerli, bozuk bir
Almanca ile 15.000 yıl önce ‘’Tanrılar tarafından seçilmiş olan’’ Ugha
Mongulala kabilesinden bahsetmeye başlamıştı. O, dünyayı çöle çeviren iki büyük
felaketten, Lhasa dediği bir “tanrı oğlunun” Güney Amerika kıtasındaki
hâkimiyetinden ve onun eski Mısırlılarla ilişkisinden bahsediyordu. Anlattığı
ilginç şeyler arasında “Got”ların gelişi ve 2000 Alman askeri ile yapılan
ittifak vardı. Onun iddiasına göre, tanrısal ataları yeraltında devasa şehirler
kurmuşlardı. İşte bütün bu olaylar, “Akakor Kronikleri” adlı bir kitapta
toplanmıştı.
Tatunca Nara, hayatını kurtardığı 12
Brezilyalı subay vasıtasıyla, Brezilya Gizli Servisi ile temas kurmaya ve
gerçek kimliğini açıklamaya çalışmıştı. Aynı zamanda yerlileri koruma servisi
FUNAİ’ye başvurarak, Brezilya’daki Federal Alman elçilik sekreterine II. Dünya
Savaşı sırasında 2000 Alman askerinin Brezilya’ya geldiğini ve onların halen
başkent Akakor’da yaşadığını söylemişti. Sekreter bu hikâyeyi gerçek dışı
bularak, Tatunca Nara’nin elçilik binasına girmesini yasaklamıştı.
1973
Nisan’ında FUNAI, Tatunca Nara’nın bir yıl önce bahsetmiş olduğu, beyaz bir
yerli kabilesini Rio Xingu nehrinin yukarı kısmında keşfetti. Haziran 1973’de
“yerlilerden arınmış” sayılan Acre bölgesinde birçok yerli kabilesi görüldü.
Akakor şehir orada mıydı?
Karl
Brugger’in yazdıkları Brezilya ve Alman arşivlerinden derlenmişti. Kitabın ana
bölümü “Akakor Kronikleri”, Tatunca Nara’nın anlattıklarına dayanmaktadır.
(Y.N: Kitap 8 Mayıs 1975’de Rio de Janeiro’da yazılmıştır.) Akakor Kronikleri
kitabından bazı ilginç mesajları özetleyerek veriyorum;
Shwerta’nın Yabancı Efendileri:
Ugha Mongulala’nın ilk prensi
Ina’nın geçmişleri ile ilgili her şeyi yazıya dökmeye karar vermesi ile “Akakor
Kronikleri” ortaya çıktı.
Ataların
efsanelerine göre, “Sıfırıncı Saat”ten 3000 yıl önce, beyaz barbarların
takvimine göre M.Ö. 13.000’de göklerde altın gibi parlayan ve ışıklar saçan
gemileri ile ortaya çıkan güçlü yabancılar, dünyaya inerek buraya yerleştiler.
Onlar
evrenin derinliklerindeki bir dünyadan, Shwerta’dan geliyorlardı. Ataları orada
yaşıyorlardı. Onlar, oralardan diğer dünyalara bilgi getirmek için gelmişlerdi.
Mongulala rahipleri, onların birçok gezegenden oluşmuş güçlü bir imparatorluk
olduğunu söylüyorlardı. Rahiplerin söylediklerine göre, bizim dünyamızla
onların dünyası her 6000 yılda bir karşılaşıyor ve o zaman tanrılar geri dönüyorlardı.
Yabancı
ziyaretçilerin gelmesiyle dünyada “Altın Çağ” başladı. İnsanlığı karanlıktan
kurtarmak için 130 uzaylı aile dünyaya geldi. En ünlü el sanatı ustaları
onların resim ve kabartmalarını yaptıkları için, ilk efendilerin neye
benzedikleri bugün bile bilinmektedir.
“Schwerta”nın
Yabancıları” insanlardan ilk bakışta pek farklı görünmüyorlardı. Siyah saçlı,
asil görünümlü, beyaz tenli, uzun boylu insanlardı. Eski ataları diğer
insanlardan ayıran en önemli özellik, onların el ve ayak parmaklarının 6’şar
adet oluşu idi. Altı parmak onların tanrısal kökenini göstermekteydi.
(Güney
Amerika’dan çeşitli 6 parmak görselleri. Ç.S.)
Seçilmiş
yerli aileleri ile evlenen tanrılar, yeni bir kabile oluşturdular ve buna “Ugha
Mongulala” adını verdiler. Bu, beyaz barbarların lisanında “Seçkin Soyun
Müttefiki” anlamına geliyordu. Bu sebepten Ugha Mongulala kabilesi üyeleri
tanrısal atalarına benzerler. Onlar ataları gibi uzun boylu, beyaz tenli ve
badem gözlüdürler. Tanrılarla tek farkları beş el ve ayak parmağına sahip
olmalarıdır. İddialara göre, kıtadaki tek beyaz yerli kabilesi Ugha
Mongulala’dır.
“Schwerta’lı
Yabancılar” güçlü bir imparatorluk kurdular. Bilgileri, üstün bilgelikleri ve
“esrarengiz aletleri” ile dünyayı kendi tasavvurlarına göre değiştirmeleri
kolay oldu. Onlar insanların tanımadığı yeni bitkiler yerleştirdiler.
Yerlilerin atalarına avlanmayı ve açlıktan korunmayı öğrettiler. Onlara doğanın
sırlarını açıklayan yeni bilgiler verdiler. Bu bilgilerle donanan Ugha
Mongulala kabilesi, korkunç felaketlere ve savaşlara rağmen binlerce yıl
hayatta kalabildi.
Ugha
Mongulala imparatorluğunun başkenti Akakor ilk efendilerin önderliğinde 14.000
yıl önce kurulmuştu. Aka=Kale, Kor = İki, Akakor; İkinci Kale anlamına
geliyordu. Akahim denilen 3. kalenin kroniklerde 7315 yılında kurulduğu
belirtiliyordu. Bunun tarihi de Akakor ile bağlantılıydı. Başkent Akakor, Peru
ve Brezilya arasındaki sınırda, dağların eteğindeki bir ovada yer şehir yüksek
taş duvarlarla çevriliydi. Şehre bu duvarlardaki 13 kapıdan girilebiliyordu.
Akakor’un
merkezinde büyük bir güneş tapınağı ve yekpare bloktan bir taşı kapı
bulunuyordu. Duvarda yalnız rahiplerin okuyabileceği yabancı lisanda yazılmış
yazılar bulunmaktaydı. Bu yazılarda şehrin kuruluş tarihçesi anlatılmaktaydı.
Eski
atalar başka yerlerde de tapınaklar inşa etmişlerdi. Bunlar büyük nehrin yukarı
kısmındaki Salazere, büyük göldeki Tihuanaco ve güneydeki yüksek yaylalardaki
Manoa. Bu tapınaklar, Ugha Mongulala ve ilk efendilere bağlı olan dünya
yüzeyindeki şehirlerdi. Bu şehirlerin merkezinde basamaklı devasa piramitler
bulunuyordu.
Yeraltındaki Şehirler:
Yerüstündeki
şehirler zamanla yıkılınca, Mongulala halkı, “efendilerin” onlara hediye
ettiği, And dağlarının altındaki yer altı şehirlerine çekildiler. Bu şehirler
13 adetti ve ataların yurdu Schwerta takımyıldızını sembolize ediyordu. Merkezi
“Aşağı Akakor”du. Şehir, insan elinden çıkmış dev bir mağaranın içinde
bulunuyordu.
Yeraltındaki
13 şehrin isimleri şöyleydi;
1-
Akakor
8-
Tanu
2-
Sikon
9- Gudi
3-
Tat
10-
Boda
4-
Arnan
11- Rino
5-
Kos
12- Kisch
6-
Sanga
13- Buda
7-
Mu
Bunların
12 şehir yani, Akakor, Buda, Ksich, Boda, Gudi, Tanum, Sanga, Rino, Kos, Arnan,
Tat ve Sikon yapay bir ışıkla aydınlatılıyordu. Bu ışın güneşin hareketi ile
değişiyordu. Gümüşten yapılmış dev bir ayna, güneş ışığını şehre yansıtıyordu.
Bütün yer altı şehirlerine geniş kanallar vasıtası ile dağlardan su
getiriliyordu.
Yer
altı şehirlerine giriş, hareketli bir kaya-kapı vasıtasıyla oluyordu. Tehlike
anında bu kapı kapatılıyordu.
Schwerta’lı
efendiler, yer altı şehirlerini yerlilerin çok yabancısı oldukları planlara ve
yasalara göre inşa etmişlerdi. Nitekim yıllar sonra buraya gelen Alman
askerleri bile tünel sisteminin ve havalandırmanın nasıl yapıldığını, çok
araştırmalarına rağmen, anlayamamışlardı.
Efendilerin
kurduğu imparatorluk, 362 milyon insana hükmediyordu. Onlar Akakor’dan bütün
dünyayı yönetiyorlardı. Kroniklerde onların kuşlardan daha hızlı uçan, dümensiz
ve kanatsız gemilerle, gece veya gündüz hedeflerine ulaştıkları yazılıdır.
Tanrılar “Büyülü Taşları” vasıtasıyla en uzak yerleri bile görebiliyorlardı. Bu
taşlar, göklerde veya yerde olan biten her şeyi yansıtıyorlardı.
Sıfırıncı Saat (M.Ö. 10.481 – M.Ö. 10.468):
Tanrılar
dünyayı terk edecekleri gün Prens Ina’yı çağırdılar ve ona “kendi yurtlarına”
geri döneceklerini ama bir gün yine geleceklerini söylediler. Tanrılar
görevlerini yapmışlar ve günleri dolmuştu. Ina’ya gelecekteki felaketlerden
korunması için “seçilmiş kavmi” yeraltındaki şehirlere götürmesi söylendi.
Ina’yla vedalaşan tanrılar, ateşler ve şimşekler altında, gemileriyle göklere
yükselerek Akakor dağlarının ardında kayboldular. Tanrılar gitmişlerdi ama
bilgileri ve bilgeliklerini burada bırakmışlardı.
Beyaz
barbarların takvimine göre “Sıfırıncı Saat’te, yani M.Ö. 10.481’de, tanrılar
altın gibi parlayan gemileriyle dünyayı terk etmişlerdi. Efendilerin dünyadan
gitmesinden 13 yıl sona, (M.Ö. 10.468’de) büyük bir doğal felaketler yaşandı.
Bu felaket kroniklerde şu şekilde anlatılıyordu;
“Seçkin
hizmetkârlar, güneşi, ayı ve yıldızları göremiyorlardı. Koyu bir karanlık her
yeri kaplamış, insanlar nafile yere yiyecek arıyorlardı. Tanrıların vasiyetini
unutan insanlar birbirlerini öldürüyorlardı. Kanlı zamanlar başlamıştı.”
Tanrıların
aniden dünyayı terk etmesinden sonra ne olmuştu? Halkı 6000 yıl geriye götüren
bu felaketten kim sorumluydu? Rahipler bu olayı şöyle yorumladılar:
“Sıfırıncı
saatten önce, ilk efendilere düşman olan başka bir tanrılar grubu vardı.
Akakor’daki güneş tapınağında bulunan tasvirlerden bunların insanlara yabancı
yaratıklar olduğunu anlaşılıyordu. Bu yaratıklar çok tüylü ve Kızıl tenli
idiler. İnsanlar gibi beş parmaklı olmalarına rağmen, omuzlarının üstünde
yılan, kaplan, şahin gibi hayvan kafaları taşımaktaydılar.” (Marduk’lular mı?)
Rahipler
bu tanrıların da güçlü bir imparatorluk kurduklarından bahseder. Onlar da
insanlardan üstün bilgilere sahiptiler. Akakor’daki güneş tapınağındaki
tasvirlerden her iki tanrılar grubu arasında bir savaş olduğu anlaşılmaktaydı.
Tanrılar, güneş sıcaklığındaki silahlarıyla dünyayı ateşe verdiler ve
karşılıklı olarak birbirlerini yok etmeye çalıştılar. Yalnız dünyada değil,
gezegenler arasında da süren korkunç bir savaş başlamıştı. Bunun üzerine Ina
yeraltındaki şehirlere gidilmesi emrini vermişti.
İlk
büyük felaketten sonra, dünya yüzeyinde büyük değişiklikler meydana gelmişti:
Irmakların akışı, dağların yüksekliği değişmiş, birçok kıta sular altında
kalmıştı. Tanrıların öğretisine göre, her 6000 yılda bir devir kapanıp, yenisi
başlıyordu. İlk efendilerin öğrettiği yasa bu idi.
Büyük doğal felaket:
Tanrılar
yasalarını dinlemeyen insanları cezalandırmak istemektedir. Bu sebepten
insanları yok etmeye karar verdiler. Bu amaçla dünyaya, kızıl bir kuyruklu
yıldız ve bin güneşten daha parlak bir alev yollarlar. 13 ay süreyle devamlı
yağmur yağar.
Denizlerin
suyu yükselmeye başlar. İnsanlar korkunç su baskınlarında yok olurlar. Fakat
yer altı şehirlerinde yaşayan Ugha Mongulala’lılar bu her iki felaketten
kurtulurlar. İlginçtir ki kroniklerde adı geçen “Modus”un yaptıkları tıpatıp
Hz. Nuh için anlatılanlara uymaktadır. Bir farkla ki, gemisi Ağrı dağının
değil, Akai’nin tepesine uymuştu.
7315
yılında (Beyaz barbarların takvimine göre M.Ö. 3166’da) Ugha Mongulala halkı
tarafından hasretle beklenen tanrılar uzay gemileriyle yeniden dünyaya
döndüler. Seçkin kavmin ilk efendileri Akakor’a döndüler ve iktidarı yeniden
devraldılar. Burada 3 ay kalan tanrılar yeniden dünyayı terk ettiler. Yalnız
Lhasa ve Samon kardeşler eski atalarının vatanına geri dönmediler.
Lhasa,
Akakor’da kaldı. Samon doğuya doğru kendi imparatorluğunu kurdu. Tanrıların
oğlu Lhasa tamamen yıkılmış imparatorluğu ele aldı. Altın çağda yaşayan 362
insandan, iki büyük felaketten sonra, ancak 20 milyondan az insan hayatta
kalabilmişti. Bugün Bolivya denen yerde Lhasa, “Mano, Samoa ve Kin” adlı üsler
kurdu.
Lhasa,
Akakor’un güvenliğinden endişe ederek batı sınırında güçlü bir kale inşa
edilmesini emretti. Bu amaçla And dağlarının yüksek tepelerinde Machu Picchu
adlı yeni bir tapınak şehir kuruldu.
Machu
Picchu’nun kurulması, Ugha Mongulala halkının tarihindeki en önemli olaylardan
biridir. Buranın inşası büyük sırlarla doludur. Machu Picchu(2) kutsal bir
şehir olarak kabul ediliyordu.
Doğudaki
İmparatorluk ve Samon:
Yıldızlardan
gelen Prens Lhasa’nın egemenliği 300 yıl sürdü. Lhasa sık sık uçandairesi ile
yolculuğua çıkar ve kardeşi Samon’u ziyaret etmek için doğudaki imparatorluğa
uçardı. Alakor Kronikleri Lhasa’nın kardeşi Samon imparatorluğundan çok az
bahseder.
Samon
hakkında bilinen onun 7315 yılında tanrılarla birlikte dünyaya geldiğidir.
Kroniklerde onun doğudaki denizin ötesindeki büyük nehrin (Nil nehri mi?)
yanına indiği yazılıdır. O, bir kavmi(3) seçerek bilgi ve hikmetlerini onlara
aktarmıştı.
Samon,
Lhasa’ya üzerinde atalarının yazısı olan çok değerli kâğıt rulolar ve “Yeşil
taşlar” hediye etmişti. Ugh Mongulala rahipleri bunları, Lhasa’nın çok değerli
uçandairesi ile birlikte Akakor’un yeraltındaki tapınağında saklıyorlardı.
Uçandaire parlak altın rengindeydi ve dünyada bilinmeyen bir metalden
yapılmıştı.
Rahiplerin
Yüksek Bilgileri:
Rahipler,
eski atalarına ait gizli belgeleri yeraltındaki güneş tapınağında
saklıyorlardı. Bu belgeler arasında esrarengiz resimler, haritalar ve işaretler
vardı. Bunlar tanrılar tarafından yapılmıştı ve dünyanın bilinmeyen, karanlık
tarih-öncesi geçmişinden bahsediyordu.
Bu
haritaların birisi, dünyamızın uydusu olan ayın, tarihteki ilk ve tek uydu
olmadığından bahsediyordu.(4) Bildiğimiz ay binlerce yıl önce dünyaya
yaklaşmaya ve çevresinde dönmeye başlamıştı. O zamanlar dünyanın görünüşü
bugünkünden çok farklıydı. Batıda, Beyaz barbarların haritasında yalnız deniz
olarak gösterilen yerde, o zamanlar büyük bir ada vardı. Dünya denizlerinin
kuzey kısmında ise büyük bir kıta bulunuyordu.
Rahiplerin
açıklamalarına göre, ilk felaketten, yani her iki tanrısal ırk arasındaki
savaştan sonra, bu topraklar dev dalgalar tarafından yutulmuştu. Rahipler,
tanrılar arasındaki savaşın, yalnız dünyayı değil, Mars ve Venüs’ü de çöle
çevirdiğinden bahsediyorlardı.
1932 ile 1945 arasındaki dünya tarihine kısa bir bakış:
Birinci
Dünya Savaşından mağlup çıkan Almanya’ya müttefikler Versailles anlaşmasını
zorla kabul ettirmek istemişlerdi. Müttefikler, ABD Başkanı Wilson’un ilan
ettiği prensiplere inanan Almanya’yı aşağılamışlar, anlaşmanın uygulamasında
görülen güçlükler karşısında maddelerini barış içinde değiştirmek yoluna
gidecekleri yerde, Ruhr bölgesini işgal etmek, geniş Alman topraklarını süngü
altına tutmak, silahlanmada eşit hak vermemek, Alman halkını aşağılamak gibi
yolları tercih etmişlerdi.
Versailles Barış Anlaşması,
Avrupa’da büyük değişikliklere sebep oldu. Ekonomik çöküntünün yarattığı
baskılar sonucunda yeni otoriter ideolojiler yükselişe geçti. 1933 yılında
Hitler ve NSDAP Almanya’da iktidara geçti. Latin Amerika ülkeleri Nasyonal
Sosyalizme karşı bir bekleyişin içindeydiler. 1939’da II. Dünya Savaşının
başlaması ile Hitler, Brezilya Başbakanı Vargas’ı bir ittifaka zorlamak için,
ülkesinde birçok çelik fabrikaları kurmayı önerdi.
Fakat
ABD’nin yoğun baskıları altında bulunan Brezilya, 1942 yılında Almanya’ya savaş
ilan etti. Güney Amerika kıtasındaki çatışmalar, Alman kolonileri tarafından
desteklenen, Alman Silahlı Kuvvetleri’nin (Wehrmacht) gizli komandolarının
sınırlı harekâtlarını aşamadı.
3.Reich Almanlarının Akakor’a gelişleri:
12.412
yılında (Beyaz barbarların takvimine göre 1936’da) beyaz bir rahip
önderliğindeki bir keşif gezisi, Ugha Mongulala kabilesinin müttefiki olan
“Kara Kalp” kabilesinin bulunduğu bölgeye karar ulaşmıştı. Beyaz adamlar
köylülerin kulübelerini yakmışlar ve kutsal mezarlarını altın bulma ümidiyle
talan etmişlerdi. Bu tanrıların vasiyetine karşı işlenmiş büyük bir suçtu ve
cezalandırılması lazımdı.
Ugha
Mongulala kabilesinin başında bulunan prens Sinkaia, Lima’ya saldırı emri
verdi. Beyaz barbarların “Santa Maria” dedikleri yere saldıran yerlilerin
başında bulunan prens, bütün erkeklerin öldürülmesini ve evlerin yakılmasını
emretti. Bu saldırıdan kurtulabilen köyde yaşayan 4 kadın oldu. Bunlardan üçü,
Akakor’a götürülürken kaçmak istediler ve “kızıl” nehirde boğuldular. Ancak
dördüncü kadın Ugha Mongulala’nın başkentine ulaşabildi. Onun gelişi ile yani
12.413 yılında halkın tarihinde yeni bir sayfa açıldı.
Esir
kadının adı Reinha idi ve Almanya denilen bir ülkeden geliyordu. Beyaz rahipler
onu yerleri Hıristiyan yapması için Brezilya’ya yollamışlardı. Esareti
sırasında, Reinha yerli halkın güvenini kazanmayı başardı. O, hastalara ve
yaralı savaşçılara yardım etti. Prens Sinkaia, ona büyük bir ilgi duymaya
başlamıştı. Nihayet ikisi evlendi ve Reinha Ugha Mongulala’nın yeni prensesi
oldu. Reinha ve Sinkaia’nın evliliği halkın yaşamını değiştirdi.
İlk
defa olarak Ugha Mongulala halkı bir prens ve prenses tarafından yönetilmeye
başlandı. Prenses “Yüksek Konsey”in bütün toplantılarına katılarak, önemli
karaların alınmasına rehberlik etti.
12.416
yılında (Beyaz barbarların takvimine göre 1937’de) Reinha, Sinkaia’ya bir erkek
çocuk doğurdu. Sinkaia’nın oğluna “Tatunca Nara” adı verildi. Böylece Lhasa
soyundan gelen son prens dünyaya gelmiş oldu. Sinkaia ile evliliğinden 4 yıl
sonra Reinha, Almanya’ya Ugha Mongulala’nın bir elçisi olarak geri döndü.
Reinha gizlice beyaz barbarların doğudaki limanına getirildi ve buradan bir
gemi ile vatanına döndü. Reinha 21 ay Almanya’da kaldı.
Daha
sonra Akakor’a dönen “seçkin kabilenin prensesi”nin yalnız olmadığı görüldü.
Yanında halkının yüksek yöneticilerinden üç kişi daha vardı. “Yüksek Konsey” ve
Alman yetkililer, Reinha’nın yardımıyla birçok konuyu konuşma fırsatı buldular.
Ortak bir gelecek için düşünce alışverişinde bulunuldu. Ugha Mongulala’ya beyaz
barbarların sahip oldukları güçlü silahların aynısını vermeyi taahhüt ettiler.
Ayrıca Akakor’a gelecek 2000 asker bu savaş araç ve gereçlerinin nasıl kullanılacağını
gösterecekti.
Anlaşmanın
en önemli bölümü 12.415 yılında (Beyaz barbarların takvimine göre 1944’de)
planlanan savaştı. Almanlar bu savaşta Brezilya sahillerine çıkmak ve bütün
büyük şehirleri işgal etmek istiyorlardı. Ugha Mongulala savaşcıları içerden
beyaz barbarların yerleşim yerlerince hücum ederek, bu harekâtı
destekleyeceklerdi. Zaferden sonra Brezilya’nın ikiye bölünmesi planlanıyordu.
Alman askerleri sahildeki bölgeleri istiyorlardı. Ugha Mongulala ise tanrıların
onlara 12.000 yıl önce vermiş olduğu, büyük nehrin kenarındaki topraklarını
geri almakla yetiniyorlardı. Anlaşma işte bunları kapsıyordu.
Almanya
ile yapılan ittifak Ugha Mongulala’nın kendine olan güvenini yeniden
kazandırdı. Yokluk ve sefalet içinde bulunan Mongulala’lılar bu sayede eski
imparatorluklarını yeniden kurma fırsatını yakaladılar.
Akakor’daki 2000 Alman Askeri:
Alman
askerleri ilk defa 12.422’de (1941’de) gelmeye başladı. Takip eden yıllarda
yeni gruplar, sayıları 2000’i buluncaya kadar gelmeye devam etti. 12.426
yılında (Beyaz barbarların takvimine göre 1945’de) son Alman askeri de Ugha
Mongulala’nın başkentine geldikten sonra anavatanları ile her türlü
bağlantıları kesildi.
Alman
askerlerinin Akakor’a gelişleri şöyle olmuştu: Onlar Marsilya’dan yola
çıkmışlar ve kendilerine İngiltere’ye gidecekleri söylenmişti. Askerlere,
gidecekleri gerçek yerin neresi olduğu gemi yola çıktıktan sonra söylenmişti.
Alman askerlerinin Atlantik Okyanusunu aşarak, Amazon’un ağız bölgesine
gelmeleri 3 hafta sürmüştü. Burada kendilerini küçük bir gemi bekliyordu. Bu
gemi onları “Kara Nehir”in yukarı kısmına taşımıştı. Yolculuklarının son
kısmında onlara Ugha Mongulala’lı savaşcı birlikler eşlik etmişti.
Kanus’tan
Brezilya ve Peru sınırındaki büyük şelaleye geldiklerinde, Akakor’a 20 saatlik
bir yol kalmıştı. Alman Askerleri Akakor’a gelinceye kadar 5 ay yolculuk yapmak
mecburiyetinde kalmışlardı. Alman askerlerinin Akakor’a gelmesiyle hummalı bir
faaliyet başladı. Yeni müttefikler, Ugha Mongulala’lı savaşçılar eğitmeye ve
yeni silahları(5) tanıtmaya başladılar.
Fakat
planlanan savaş olmadı, çünkü Alman Führer’i savaş kaybetmişti. Son gelenler
askerler ki aralarında çocuklar ve kadınlar da vardı, savaşın tamamen
kaybedildiğini söylediler. Kaçan Alman askerleri esir olmaktan son anda
kurtulabilmişlerdi. Artık bundan sonra Almanya’dan bir yardım almak ümidi
kalmamıştı.
Akakor’daki 2000 Alman Askerinin Yaşamı:
12.426
yılında (1945’de) Almanya’nın yenilmesi ile birlikte, Ugha Mongulala
imparatorluğunu yeniden kurma hayalleri de suya düşmüştü. Beyaz barbarlara aynı
anda saldırma planından müttefik Almanya’nın yenilmesi üzerine vazgeçildi.
Sinkaia doğu sınırında toplanan ordusunu geri çağırdı. Geçen zaman içinde 2000
Alman askerinin “seçilmiş halk”la bütünleşmesi başladı. Bu güç bir işti,
müttefik askerler ne tanrıların vasiyetini, ne de yerlilerin dilini
bilmiyorlardı.
Bunun
üzerine rahipler toplanarak, ataların sembolik yazılarını basitleştirme kararı
aldılar. Bu yeni işaretlerle “Akakor Kronikleri”ni yeniden yazdılar. Alman
askerleri ve Ugha Mongulala’lılar Almanca ve Chechuna lisanından oluşan melez
bir lisan yarattılar ve bu sayede birbirleriyle anlaşma imkânı buldular.
Alman
askerlerine, büyük askeri tecrübeleri olması sebebiyle, imparatorluk
yönetiminde önemli görevler verildi. Alman askerleri, zamanla yerli halkla evlenmeye
ve karışmaya başladılar. Çocuklarına yerliler gibi, hayvan, çiçek, dağ, nehir
isimleri vermeye başladılar.
Tatunca
Nara’nın iddiasına göre, yeraltındaki gizli bir tapınakta tanrıların dördünün
cesedi hiç çürümeden kalmıştı. Bunlar bir sıvının içinde, ilk günkü gibi hiç
bozulmadan, adeta sonsuz bir uykudaymış gibi yatıyorlardı. Nara “uyuyan
tanrıların” altı parmaklı olduğunu ve insanlara benzediğini söylüyordu.
Akakor
Kroniklerindeki Kehanet:
Ugha
Mongulala’lılar geçmişi “Akakor Kronikleri”ne dayanarak bildikleri gibi,
geleceği de bildiklerini iddia ediyorlardı. Rahiplerin kehanetlerine göre,
12.462’de (Beyaz barbarların takvimine göre 1981’de) üçüncü büyük bir felaket
dünyayı mahvedecekti. Felaket, bir zamanlar Samon’un büyük bir imparatorluk
kurduğu yerde başlayacaktı. Bu ülkede başlayan savaş, yavaş bütün dünyayı
saracaktı.(6) Binlerce güneşten daha parlak silahlarla (Y.N: Hiç şüphe yok ki
nükleer silahlardan bahsediliyor) beyaz barbarlar karşılıklı olarak
birbirlerini yok edeceklerdi. Alev fırtınasından çok az kurtulan olacak, bunlar
arasında yeraltında şehirlerinde yaşayan Ugha Mongulala’lı insanlar da
bulunacaktı.
Dipnot:
(1)
Manaus: Kauçuk ağacının beşiği olan Amazonya, I. Dünya Savaşına kadar, kauçuk
sayesinde belirli bir refaha ulaşmıştı; nitekim Manaus, orman ortasında zengin
ve modern bir kent haline gelmiş, bu kentte bir opera bile kurulmuştur. Nehir
ağzından 1200 km. içerde bulunan Manaus nehir limanına açık deniz gemileri
ulaşabilmektedir.
(2) Bilindiği
gibi Machu Picchu, İspanyolların giremediği nadir İnka şehirlerinden biridir.
Şehir Cusco’nun kuzeybatısındadır.
(3) Kitabın
103. sayfasında yer alan “Yabancı Halkların Gelişi” alt yazılı yazılı haritada,
Samon’un imparatorluk kurduğu yer, Nil nehri ile Sina yardımadası arasındaki
alan olarak gösteriliyor. İlginçtir ki, Samon=Salomon=Süleyman adına çok
benzemektedir. Samon’un “Seçkin kavmi” İsrail miydi?
(4) Burada
yeniden Hörbiger’in teorisini destekleyen açıklamalara rastlıyoruz. Hörbiger
çok eskiden Dünyanın 3 tane uydusu olduğunu iddia ediyordu. Bu konuda bakınız.
“Kozmik Buz Teorisi”
(5) Bu
silahlar arasında tüfekler, makinalı tabancalar, tabancalar, el bombalar, çift
taraflı bıçak, gaz maskeleri, dürbünler ve yerlilerin hayatlarında ilk defa
gördükleri “esrarengiz” araçlar yer alıyordu.
(6) Bugünlerde
Ortadoğu’da tohumları atılan III. Dünya Savaşından bahsediliyor.
Kaynak: Turgut
Gürsan – Agarta ve Yeraltındaki Gizli Uygarlıklar
Post A Comment
Hiç yorum yok :